Şifrenizi mi Unuttunuz?
Hesabınıza yeniden girebilmeniz için e-mail adresinize yeni şifrenizi göndereceğiz.
HIZLI MENÜ
Edirne Hikayeleri

Asırlık bir geçmişe sahip Edirne şehri barındırdığı onlarca tarihi kalıntılardan esinlenen ve günümüze kadar ulaşan, tüm gizemini ve sırlarını koruyan, bir çok ziyaretçinin merak ederek şehre gelip keşfetmek istedikleri hikayeler ile doludur...

Edirne iline ait efsaneler: Kırkpınar Efsanesi, Göl Baba Efsanesi, Meriç Nehri Efsanesi, Selimiye Efsanesi.

 

Mimar Sinan-Efsane-1

Mimar Sinan Selimiye’nin yapımında kullanılacak malzemeyi alana toplatmış ve iki sene ortalardan kaybolmuş. Bunun üzerine kalfalar; padişahın huzuruna varıp Mimar Sinan’ın çok yaşlandığını, istenilen şekilde bir cami yapamayacağını, bunun için inşaata başlamaktan kaçtığını, caminin inşasının kendilerine devredilmesi gerektiğini söylemişler. Sultan derhal Mimar Sinan’ı
buldurup ona:
- Mimarbaşı sarayda dedikodun yapılır, Edirne’ye yaptıracağım camiyi
inşa edemeyeceğin konuşulur, ne dersin bu konuda, diye sormuş. Sinan:
- Efendim, eğer hemen caminin inşasına başlarsam temel oturmaz ve
çatlaklar, kırılmalar oluşur. Cami sağlam olmaz, demiş. Evvelden beri duyduğu bu dedikoduları padişahın da ağzından duyunca
iyiden iyiye içerleyen Mimar Sinan, dedikoduların son bulması için kendisine iftira atan mimarları ders vermek için onlara şöyle demiş:
- Sizler eğer iddia ettiğiniz gibi bu camiyi yapacak kadar ustaysanız üç
tane yumurtayı üst üste korsunuz. Yok, eğer koyamazsanız artık susunuz. İşi ehline
bırakınız.

Bu sözler üzerine ortaya bir tane masa ve üç tane yumurta getirttirmişler. Sinan diğer mimarlara bu yumurtaları üst üste koymalarını söylemiş. Evirmişler, çevirmişler hiçbirisi akıl sır erdirememiş ve camiyi yapmanın Sinan’ın hakkı olduğu hakkında söz birliği etmişler. Ancak yumurtaların nasıl üst üste konulacağını da merak edip Sinan’a sormuşlar. Sinan üç tane yüzük çıkarmış ve biri masada olmak suretiyle iki yumurtanın arasına yüzükleri koyarak yumurtaları üst üste durdurmuş.
(Mehmet Ali Başpınar, Edirne, 06.05.2012)

Mimar Sinan-Efsane-2

Bir grup kalfa Sinan’ın artık çok yaşlandığını ve başmimarlıktan çekilme vaktinin geldiğini her fırsatta dile getiriyorlarmış. Bu dedikodular Mimar Sinan’ın kulağına kadar varmış. Bunun üzerine Mimar Sinan kalfaları etrafına toplayıp onlara şöyle demiş:
- Eh artık biz de kocadık, bileğimizde güç; zihnimizde fer kalmamıştır.
Sizler gençsiniz, akılsınız, kuvvetlisiniz. Caminin yapımını buraya getirene kadar
epey yorulduk. Bundan sonra inşa faaliyetlerini paylaşalım. Minarelerin ikisini siz
yapın, ikisini de ben yapayım.

Kalfalar içlerinden sinsi sinsi gülüşmüşler. Artık padişaha kendilerini gösterme vakitlerinin geldiğini zannetmişler. Hemen işe koyulmuşlar. Bir müddet sonra avlu tarafındaki iki minareyi Mimar Sinan, kıble tarafındaki iki minareyi de kalfalar yapıp bitirmiş. Kalfalar yine kendi aralarında “Sinan’ın yaptığıyla aynı minareyi yaptık, işte onun bizden bir farkı yok.” diye konuşuyorlarmış. Ancak kaçırdıkları bir detay varmış. Mimar Sinan’ın yaptığı minareler üç merdivenliymiş.
Bunu görünce hepsi küçük dillerini yutuverecek hale gelmişler ve Sinan’ın ustalıktaki hakkını teslim etmişler.

Selimiye’nin sadece iki minaresinin üç yollu olmasının, minareleri ende boyda çapta aynı olmasına karşın ön ve arka minarelerin nakışları ve desenleri farklı olmasının, öndeki minarelerin yivlerinin içeri, arkadaki minarelerin setlerinin ise dışarı olmasının sebebi bu olaydan kaynaklanırmış.

(Mehmet Ali Başpınar, Edirne, 06.05.2012)

Mimar Sinan-Efsane-3

Söylenceye göre, Selimiye’nin bittiği günün sabahında Selimiye’ye emeği geçen tüm işçiler ve meraklılar Mimar Sinan da yanlarında olduğu halde Selimiye’yi seyre koyulmuşlar. Herkes kendince taltifte bulunurken, Mimar Sinan kalabalığın arasından küçük bir çocuğu gözüyle seçmiş ve ona.

-Camiyi beğendin mi, demiş?

Çocuk gözlerini kısıp camiyi biraz süzdükten sonra dört minareden birisinde bakışlarını sabitlemiş. Minareyi aşağıdan yukarıya biraz inceledikten sonra minarenin yamuk olduğunu söylemiş. Herkes şaşkınlıkla Mimar Sinan’ın ne yapacağını merak ederken, Mimar Sinan derhal ustabaşını çağırmış ve palanganın kalın ipini alarak üçüncü şerefeye çıkmasını, ipin bir ucunu şerefeye bağlamasını, diğer ucunu ise aşağı bırakmasını istemiş. Ustabaşı anlam veremediği bu emri yerine getirmek için şerefeye çıkmış ipi aşağı sallamış, Mimar Sinan bu defa işçilere ipin ucundan tutarak çekmelerini emretmiş.

İşçiler şaşkınlık içinde şerefeye bağlı ipi çekerken Sinan’da çocuğa minarenin düzelip düzelmediğini soruyormuş. Bir, iki defa daha minarenin yamuk olduğunu söyleyen çocuk sonunda minarenin düzeldiğine ikna olmuş ve oradan ayrılmış. Meraklılar bir anda Sinan’ın çevresini sarmışlar ve ona:
- Efendim, minarenin düz olduğunu biliyordunuz, böyle olduğu halde
bunu neden bunu yaptınız diye sormuşlar. Mimar Sinan:
- Evet, minarenin düz olduğunu ben de biliyordum fakat Selimiye’nin
bir çocuğun gözünde dahi kusurlu olmasına razı olamam eğer ben bunu
yaptırmasaydım bu minare kıyamete kadar eğik olarak anılacaktı.

Minareyi çektirerek belki minareyi değil ama insanların inançlarını düzelttim, demiş.

(SalihaDervişoğlu, Edirne, 12.02.2015)

Mimar Sinan- Efsane-4

Selimiye Camii bitip minarelerin külahları yerlerine konulacağı zaman Mimar Sinan son minareye çıkmış. Alemi külaha bitiştirip, külahı yerine yerleştirmiş. Aşağıda kalfalar, ustalar merakla işin bitip Selimiye’nin tamamlanmasını beklerken bir de ne görsünler; Mimar Sinan bir kuş gibi uçuyormuş. Hıdırlık tepesine vardığı zaman burada keserini düşürmüş, Darü’l Hadis Camii’ne vardığı zaman okunu düşürmüş ve ok caminin minaresine saplanmış.

Hatta yakın zamanlara kadar minareye çakılı bir demir varmış bunun Sinan’ın oku olduğuna nanılırmış. Bir müddet sonra Hacıdanişment’te Muhiddin Baba’ya varıp malasını düşürmüş. Böyle yapması buraların önemli yerler olduğunu işaret etmek içinmiş.
(Orhan Çakırlar, Edirne, 11.09.2014)

Selimiye Camii Efsanesi -1

II. Sultan Selim Kıbrıs fetholunursa Kıbrıs’tan gelen ganimetlerle eşsiz bir cami yaptıracağım diye adak adar fakat zaman içinde bu adağını unutur. Kıbrıs fetholunur lakin camiyle ilgili en ufak bir teşebbüste bulunulmaz. Bir gece uykuyadalmışken Hz. Muhammet (s.a.v) rüyasına girerek:

- Ey Selim, Allah’a ahdetmiştin, Kıbrıs adası fatihi olursam gaza malından büyük bir cami yaptıracağım, demiştin. Şimdi Allah sana istediğini verdi, niçin ahde vefa edip ömrünün geri kalanını hayr u hasenât ile geçirmezsin. Hemen Kıbrıs’tan alınan ganimetleri vezirinden isteyip, benim himayemde olan İslam’ın seddi Edirne’mde bir cami inşa ettir ve sancağımın dibine gel, buyurur.
II. Selim Han dehşetli bir şekilde uykusundan uyanıp, vezirin derhal
huzuruna çağırılması için emir verir. Vezir gelip de Sultan Selim ona:
- Lala tez sendeki gaza ganimetlerini bana ver, deyince vezir:
- Saddaktü yâ Resulallah, der. II. Selim vezire niye böyle dediğini sorar. Vezir:
- Padişahım, dün gece rüyamda peygamber efendimizi gördüm bana hitaben: “Sendeki ganimet mallarını Selim’e ver. Edirne’ye birlikte giderek çok hoş bir mabedgâh inşa edin” buyurdu. Bunun üzerine tüm ganimeti hazır ettim, der ve ganimeti Sultan’a teslim eder. (İlker Tosun, Edirne, 14.06.2014)

Selimiye Camii Efsanesi -2

Selimiye yapılmazdan evvel padişah vezirlerden birini yanına alıp Edirne’de bir köye gitmiş. Köyün zenginleri padişahı karşılamışlar. Padişah köyün çobanının bulunmasını emretmiş. Zenginler kendi aralarında “Padişahın çobanla ne işi olur.” diye fısıldaşmaya başlamışlar.
Çoban gelince padişah ona:
- Bir cami yaptıracağım senden planını çizmeni istiyorum, demiş. Herkes şaşırmış. Padişahın bir an aklını yitirdiğini zannetmişler. Çoban bu teklife:
- Tabi, çizerim ancak koyunlarıma bakacak kimse yok. Siz bu sopayı elinizde tutun ancak hiç yere bırakmayın, ben çizip getireyim, demiş.
Köylüler “Nasıl olur koskoca padişahın eline değneğini verdi. Ayıp bu. Çoban padişaha köyün koyunlarını güttürüyor!” diye tekrar homurdansa da padişah sopayı tutup beklemeye başlamış. Bu arada koyunlar yemyeşil buğday tarlalarının yanına varır, onlara hiç dokunmadan dönerlermiş. En sonunda çoban zannedilen Allah dostu tam padişahın kolu yorulup değneği elinden bırakacağı anda elinde planlarla gelmiş. Yani Selimiye’nin planı bir insanın bir cismi havada tutabileceği zaman içinde kerametle çizilmiş.

(Ahmet Çumir, Büyükdöllük, 15.04.2015)

Selimiye Camii Efsanesi -3

Sultan II. Selim rüyada Hz. Muhammet (s.a.v) tarafından ikaz olunduktan sonra, askeriyle birlikte Edirne’ye gitmiş. Edirne’de bir gece uykuya dalmışken Hz. Muhammet’i (s.a.v) rüyasında görmüş. Hz. Muhammet (s.a.v) :

- Ey Selim, camiyi şu Kavak Meydanı’nda bina eyle, buyurup caminin temellerinin nereye konulacağını ve kıblesinin ne tarafa olacağını bizzat tarif etmiş.

Bu vesileyle Edirne’de Selimiye Camii’nin kıblesinden daha doğru kıblesi olan bir caminin olmadığına inanılır.

(Erhan Esen, Edirne, 01.03.2015)

Selimiye Camii Efsanesi -4

Selimiye’nin bulunduğu yere dünya yaratıldığından beri hiç bina yapılmamış. Dolayısıyla bu mekân üzerinde insanoğlu hiç iskân etmemiş. İnsanlar iskân etmediği için de bu mekân üzerinde hiç günah işlenmemiş.

Selimiye yapılmadan önce burada halkın ikişer üçer metrelik lale bahçeleri varmış. Halk buraya lalelerini yetiştirmeye gelir ve yetişince toplar giderlermiş. Sadece lale mevsiminde kullanılan bu alan diğer zamanlarda boş kalırmış.

(Şaban Öztürk, Edirne, 06.05.2012)

Selimiye Camii Efsanesi -5

Sultan II. Mahmut’un Berberbaşısı ve Hassa Ağalarından Bosnavi Ahmet Ağa’nın Çocukken kafasında bir türlü iyileşmeyen bir yara açılmış. Tıbbi ve cerrahi ilaçlardan bir türlü sonuç alamayan annesi, bir gün onu elinden tutup Sultan Selim Camii’ne götürmüş ve mahfelin altındaki şadırvanın önünde yarasını açmış.

Yaranın içinden fitilini çıkarıp şadırvandan aldığı suyla yaranın içini ve çevresini yıkayıp, temizlemiş.Yarasının üzeri sarılmış ve geceyi öyle geçirmiş. Ertesi gün gözünü açtığında hiçbir şeyin kalmadığını görmüş. (Sönmez, 1988: 115)

Selimiye Camii Efsanesi -6

Selimiye’nin temeli atılırken II. Selim Mimar Sinan’ı yanına çağırmış ve hiçbir şey söylemeden ona bir altın vermiş. Mimar Sinan’da bu altını yine hiçbir şey söylemeden alıp, gömleğinin cebine koymuş. Bu hadiseyi görenler çok merak etmesine rağmen buna akıl erdirememişler, nedenini de soramamışlar. Aradan yıllar geçmiş ve Selimiye’nin açılma zamanı gelmiş. Bu defa Mimar Sinan vefat eden II. Selim yerine III. Mustafa’nın yanında duruyormuş.Tam açılış yapılmak üzereyken Mimar Sinan altı sene önce aldığı altını yine gömleğinin cebinden çıkarıp III. Mustafa’ya vermiş.Altı sene önce de benzer bir hadiseye şahit olanların merakı iyiden iyiye kabarmış ve dayanamayıp Sinan’a bunun hikmetini sormuşlar. Sinan:

- Sultanım o altını bana verirken lisan-ı hal ile Sinan öyle bir mabet yap ki, hiçbir yerinde bu altının geçeceği kadar dahi bir açıklık olmasın yani çok sağlam olup kıyamete kadar payidar olsun demek istedi. O altın benim için bir ölçü malzemesiydi. Yıllar geçti ben o vasiyete uygun şekilde bir cami yapınca onu tekrar sultanımıza geri verdim, demiş. (Şaban Öztürk, Edirne, 06.05.2012)

Selimiye Camii Efsanesi -7

Peygamber efendimiz dünyaya geldiği gece meydana gelen depremden dolayı; Kisra Sarayı, Kızılelma ve Ayasofya'nın kubbesi yıkılmış. Bir müddet bu şekilde yıkık kaldıktan sonra Hızır’ın (a.s) hatırlatması ile Bursa'da ikamet eden üç yüz keşiş, Rahib Bahira'nın öncülüğünde Mekke'ye gitmişler. O zaman küçük yaşta olan Hz. Muhammet’in (s.a.v) ağzından bir miktar tükürük alıp, mübarek ellerinin de şeklini çizmişler. Papazlar bir miktar da Mekke toprağından alıp İstanbul’a gelmişler ve getirdikleriyle Ayasofya’nın kubbesini tamir etmişler.

Yıllar sonra Mimar Sinan Selimiye’nin kubbesini inşa ederken, yaptığı kubbe ebedi olsun diye Ayasofya’nın Hz. Muhammet’in (s.a.v) tükürüğüyle tamir edilen kubbesinden bir okka miktarı kireci kazıtarak Selimiye’nin kubbesinin kirecine karıştırmış. Bu yüzden Selimiye’nin kubbesinin ilelebet ayakta kalacağına inanılır. (Evliya Çelebi, 2010: 571)

Selimiye Camii Efsanesi -8

Selimiye Camii’nin yapımının devam ettiği günlerde camiyi yaptıran II.Selim tebdil-i kıyafet ederek işçilerin arasına karışmış. İşçilerin bazılarının işe dört elle sarıldığını bazılarının ise tam anlamıyla kendilerini vermediklerine tanık olmuş.
Akşam yevmiyeler dağıtılırken tüm işçilere eşit miktarda paranın verildiğini görünce işçilerin bazılarının çok çalıştığını bazılarının ise kaytardığını Mimar Sinan’a anlatmış ve yevmiyelerin elden verilmesini yerine işçilerin alacağı kadar paranın sandıklara konularak herkesin kendisinin almasını tembihlemiş.

Mimar Sinan padişahın emri gereğince paraları sandıklara koymuş ve işçilere yevmiyelerini almalarını söylemiş. Bütün işçiler o günkü yevmiyelerini aldıktan sonra sandıkta çok miktarda para kaldığı görülünce, Mimar Sinan yevmiyelerini az alanların toplanmalarını istemiş ve niçin yevmiyeleri az aldıklarını sormuş. İşçilerin hepsi de cami yapımında verilen paranın devlet hazinesinden çıktığını, daha doğmamış yetimlerin hakkı olduğu için hak etmedikleri parayı alamayacaklarını söylemişler.

Tebdil-i kıyafet halinde bu ana tanıklık eden II. Selim bunun üzerine:

-Milletimizde bu iman varken, camimizi böyle işçiler inşa ederken bu cami kıyamete kadar ayakta durur inşallah, demiş.

(Mehmet Ali Başpınar, Edirne,06.05.2012)

Selimiye Camii Efsanesi -9

Selimiye Camii’nin yapımına başlandığı zaman tam ortaya bir sandık para konulmuş Cami inşası devam ederken herkesin çalışıp hak ettiği kadarını buradan alması istenmiş. Yıllar sonra caminin inşası bitince sandığın içinde sadece beş tane altın kalmış. Onu da en son caminin kapısını takan dülgerler almışlar. Son iş bittiğinde sandıkta hiç para kalmamış. Mimar Sinan yıllarca sürecek işi hesaplayarak olağanüstü bir durum ortaya koymuş. İşçiler de hak etmedikleri paraya asla tenezzül etmeyerek bu hesabı doğru çıkartmışlar. Böyle hakkaniyetli bir şekilde yapıldığı için Selimiye kıyamete kadar payidar kalacağı inancı vardır.

(İbrahim Gökçen, Edirne,10.05.2012)

Selimiye Camii Efsanesi -10

Selimiye Cami’nin inşası devam ederken, Sinan’ın mihrapta nargile içtiğisöylentisi yayılır. Söylenti padişaha kadar ulaşır. Caminin banisi ve zamanın sultanı II. Selim, bu söylenenlere inanmak istemese de bir gün ansızın inşaata çıkagelir ve Sinan’ın gerçekten mihrapta nargile fokurdattığını görür.

- Mimarbaşı, camide nargile içilir mi, sen bu işi yapmazdın, nedir
bunun hikmeti diye sorar. Sinan:

- Sultanım, dikkat edin nargilemde tömbeki yoktur. Sadece suyun tıkırtısıyla meydana gelen sesin cami içerisinde dağılımını kontrol ediyorum. Bu şekilde camideki ses dağılımını düzenleyerek sesin 60-70 metreye kadar ulaşmasını sağlıyorum yani akustiğini düzenlemeye çalışıyorum, cevabını verir. (Yusuf Enes Özmen, Edirne, 09.07.2015)

Selimiye Camii Efsanesi -11

Mimar Sinan Selimiye’yi bitirip tamamladıktan sonra Saray Hamamı ve Saathane yönünden camiyi izlemeye koyulmuş. Bir süre baktıktan sonra kubbenin fazla büyük olduğunu ve camiyi tek kubbeli yapmakla hata ettiğini fark etmiş. Bunun üzerine kubbeyi daha güzel nasıl yapabilirim diye derin derin düşüncelere daldığı bir anda yanına kalfalardan birisi gelip:

- Efendim neden bu kadar dalgınsınız, deyince:
- Caminin kubbesini yaparken Ayasofya’dan büyük olsun tamahına kapıldım ve çok büyük bir kubbe yaptım fakat şimdi kubbeyi camiye yakıştıramıyorum, deyince Kalfa:

- Efendim, bu kubbe sekiz sütun üzerinde duruyor, eğer bu sütunların
arasına birer küçük kubbeyle örtülü hücreler yaparsak bu kubbenin çirkinliği ortadan
kalkar, demiş.
Bunun üzerine hemen kalfanın dediği biçimde caminin şeklini çizmişler. Gerçekten bu şekliyle cami bambaşka gözükmekteymiş. Hemen kubbeleri yapmışlar. İnanışa göre küçük kubbeler kalfanın eseriymiş.

(Sönmez, 1988: 121-122)

Edirne’nin Fethi

II. Murat’ın ordusu Edirne önlerine gelip şehri muhasara etmiş, Edirne kalesinde bulunanlara Türklerin çok kalabalık olduğunu gösterip içlerine korku salabilmek için de kalenin çevresini irili ufaklı ateşler yaktırmış. Zaten savaşma gücü kalmamış olan kale ahalisi kale çevresine baktıkça iyice kahrolup ne yapacağını düşünmeye başlamış. İçlerinden bir tanesi:
- Kanımızın son damlasına kadar savaşalım, demiş. Ancak diğerleri
savaşın hezimet demek olduğunu bildiğinden hiç bu teklife yanaşmamış.Başka birisi:
- Bizi koruyabilecek bir müttefikimizin yanına kaçalım, demiş. Ancak kalenin etrafı çepeçevre Türk askerleri ile çevrili olduğu için bu da mümkün değilmiş. En sonunda o zaman kadar söylenenleri dinleyen bir adam:
- Savaşmak ya da kaçmak imkânsız. Savaşırsak ölürüz, kaçarsak malsız, mülksüz kalır yine ölürüz. Ben Türklerin mert insanlar olduğunu duymuştum. Geçen gün kale dibindeki bağımdan dönerken bağımda asmalara bağlanmış altınlar
gördüm. Bunu yedikleri üzümlerin karşılığı olarak Türkler yapmış olabilir ancakemin olamayız. En iyisi onların mertliğini sınayalım. Eğer denildiği gibiyse onlara teslim olalım.Böylece canlarımız ve mallarımız güvende olur, demiş. Herkes bu fikri olumlu karşılamış.Bu defa da nasıl imtihan edeceklerini düşünmeye başlamışlar. Yine içlerinden birisi:
- Erkeklerden oluşan bir ordunun en büyük zafiyeti kadındır. Güzel
kızlarımızı çalgılarıyla onların aralarına salalım. Eğer kızlarımıza kötü bir şey
yapmazlarsa bize de kötülük etmezler. Biz de kaleyi teslim ederiz, demiş. Diğerleri
de bu fikri beğenmişler.
Ertesi gün kırk tane Bizanslı kız üzerleri yarı çıplak olduğu halde çalgılarıyla Türk askerlerinin olduğu yere doğru yönelmişler. Türk askeri kızları görünce bir tuzak olabileceğini düşünüp hemen teyakkuza geçmiş ancak kızlar biraz daha yaklaşıp ellerinde çalgılarından başka bir şey olmadığını gördüklerinde hepsi mahreme bakmamak adına yüzlerini çevirmişler. Kızların geçtiği yerdeki askerler kötü bir fiil yapmak şöyle dursun, kötü bir söz edip dönüp bakmamışlar bile. Bu tabloyu gören kaledekiler hemen kale kapılarını açıp Edirne’yi Türklere teslim etmiş. Başka bir efsaneye göre ise kızların hepsi Kıyak Babanın sesine âşık
olmuşlar. Kızlar Buçuktepe ile su deposu arasında kalan yere kadar gelmişler. Bu yere o olaya ithafen “kızlar yaylası” denirmiş. (Alaaddin Doğan, Edirne, 10.01.2015)

Ters Lale Efsanesi -1

Selimiye Camii’nin müezzin mahfelinin güney-doğu köşesindeki ayağında bulunan ters lale motifi hakkında birkaç farklı inanış bulunmaktadır. Bunlardan en yaygın olanı ters bir kadına ait olan lale bahçesiyle ilgilidir ki bu anlatıda kendi içinde farklılaşan birkaç varyanta sahiptir. Söylenceye göre; caminin yapılacağı yerde inatçı, yaşlı bir kadının lale bahçesi bulunmaktaymış. Onun bahçenin çevresindeki tüm alan satın alınmasına rağmen kadın bahçesini vermemekte ısrar etmiş. Sonunda Kanuni’nin kızı Mihrimah Sultan ve Mimar Sinan kadını zorda olsa ikna etmişler. Mihrimah Sultan bahçenin parasını bizzat hususi harçlığıyla
karşılamış. Ancak kadının Sinan’a şöyle demiş:
- Mimar Ağa tamam bahçemi sattım ancak senden bir isteğim var. Benim lalelerimi ters bir şekilde camide görmek isterim.
Mimar Sinan biraz düşündükten sonra bu teklifi de kabul etmiş. Cami tamamlandıktan sonra Sinan, kadını çağırmış ve ters lale motifini göstermiş. Kadınsevinmiş ve şöyle demiş:

- Benim de istediğim buydu, cami var oldukça bu lale vesilesiyle benim de ismim anılacak.

(Sevinç Akbaş, Edirne, 02.03.2015)

Ters Lale Efsanesi -2

1801 yılında Vehhâbi Araplar hacca giden Türklerin bazılarını katlederler, bazıları yaralı olarak geri döner. Kırk kişilik Edirne hacı grubundan da sadece üç kişi geri dönmüştür. Bu olaylar üzerine hac yolu kapanır. Türk hacılar on bir yıl boyunca kutsal topraklara gidemezler. Müslümanların hac arzusunu teskin etmek üzere dönemin şeyhülislamı Ataullah Efendi tarafından Selimiye’nin ortasındaki müezzin mahfeli yaptırılır ve Müslümanların bu mahfel etrafında dönmek suretiyle hac yapabileceğine dair fetva verilir. Bu tarihten sonra Edirne ve çevresindeki Müslümanlar hacı olmak için Selimiye’ye gelirler. Selimiye Kâbe-i Sâni diye
anılmaya başlar.

Selimiye’de müezzin mahfeli yapılırken padişah III. Selim’dir. III. Selim bu tarihlerde kendisinden yetmiş sene önce bitmiş olan Lale devrini tekrardan diriltmek 369 istemektedir. Bunun bir felaket olduğunu gören Ataullah Efendi tekrar yaşanacak bir Lale devrinin padişaha karşı bazı isyanları başlatacağına işaret etmek ve bunun sonucunda saltanatın batacağını anlatmak için müezzin mahfelinin yapımı esnasında mahfelin bir ayağına ters bir lale yaptırır. Ataullah Efendi’ye göre padişah müezzin mahfelini görmeye geldiğinde bu ters laleyi de görecek ve hiçbir şey söylemeye gerek kalmadan zevk ve sefadan vazgeçecektir. Fakat Ataullah Efendi’nin tahmin ettiği olay, tahmin ettiği zamandan önce III. Selim müezzin mahfelinin ayağındaki mesajı göremeden meydana gelir. III. Selim müezzin mahfelini görmek için Edirne’ye yola çıkıp Çorlu’ya geldiği zaman “Edirne Vakası” meydana gelir ve geri
dönmek mecburiyetinde kalır.

(Cengiz Bulut, Edirne 24.04.2015)

Kırkpınar Efsanesi -1

Rumeli’ye geçen kırk akıncı Edirne yakınlarında Ahi Köy çayırlığında güreşe tutuşur. Bunlardan ikisi güreşi gece yarısına kadar sürdürür. Bir türlü yenişemeyip son nefeslerini verirler. Arkadaşları onların mezarlarını hazırlayıp yan yana gömerler. Daha sonra sefer dönüşünde bu iki yiğidin mezarların yerlerinde gür bir pınarın aktığını görürler. Yöreye ilk ayak basan kırk yiğidin anısına buraya Kırkpınar adı verilir. Ayrıca kırk sayısının kültürümüzde kutsal bir yeri vardır.

Diğer bir varyanta göre 1346 yılında Orhan Gazi’nin Rumeli’yi ele geçirmek için düzenlediği seferler sırasında, büyük oğlu Süleyman Paşa 40 askerle Bizanslılara ait Domuz Hisar’ın üzerine yürür. Baskınla burasını ele geçirirler. Öteki hisarların da ele geçirilmesinden sonra, 40 kişilik öncü birlik geri dönerler ve şimdi Yunanistan’ın topraklarında kalan Samona’da mola verirler. 40 cengâver burada güreşe tutuşurlar. Saatlerce süren güreşlerde, adlarının Ali ile Selim olduğu rivayet edilen iki kardeşin bir türlü yenişemedikleri görülür.

Daha sonra bir Hıdrellez gününde, Edirne yakınlarındaki Ahı köy çayırında aynı çift yeniden güreşe tutuşurlar. Bütün bir gün güreşmelerine rağmen yine yenişemeyen kardeş pehlivanlar, gece boyunca da mum ve fener ışığında mücadelelerini sürdürmeye devam ederler. Ancak solukları kesilerek oldukları yerde can verirler.

Arkadaşları onları aynı yerdeki bir incir ağacının altına gömerek oradan ayrılırlar. Yıllar sonra ise aynı yere gittiklerinde iki pehlivanın mezarlarının bulunduğu yerde gür bir pınar görürler. Bundan sonra halk orada yatanların anısına o yöreye, “Kırkpınar” adını verirler.

I. Murat, Edirne’nin alınmasından sonra Edirne’de güreşçiler tekkesi kurmuş ve bundan böyle de her sene güreş yapılması bir gelenek haline gelmiştir.

Bir başka iddiaya göre ise Kırkpınar Güreşleri’nin tarihçesi çok daha öncesine dayanır. M. Atıf Kahraman’ın aktardığına göre Sarı Saltuk Bizans’ın ve Bulgarların içinde bulunduğu karmaşadan yararlanarak 1261’de Edirne’yi Bulgarlardan aldı. Sarı Saltuk 40 yıl Edirne’de kaldıktan sonra Dobruca’ya gitmek zorunda kaldı ve burada vefat etti. Bunun üzerine Bizans hükümdarı Andronikos, oğlunu Edirne’ye vali yaptı. Bu iddiaya göre kendisi de bir pehlivan olan Sarı Saltuk Osmanlılardan önce Kırkpınar Güreşleri’ni ilk düzenleyen kişidir.

Kırkpınar Efsanesi -2

Bizans iç çekişmelerden dolayı sürekli Osmanlı’dan yardım istemekteymiş. Orhan Gazi onlara yardım ediyormuş fakat bunu kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmak da istiyormuş. Rumeli’de bir Türk hâkimiyeti kurmak en büyük hayaliymiş. Bu doğrultuda düşüncelerini genişletirken bir gün kardeşi (oğlu) Süleyman Paşa:

-Domuzhisarı’nı baskınla ele geçirelim, demiş. Orhan Gazi şartların olgunlaştığını düşünüp Süleyman Paşa’ya yapması gerekenleri söylemiş.
Süleyman Paşa bir gece yanındaki kırk kahraman ve iki sal yardımıyla Rumeli’ye geçmiş. Her durak yerinde hem dinlenen hem de güreşler yapan bu yiğitler Ahırköy çayırlığına geldiklerinde içlerinden iki tanesi daha önce güreşlerini sonuçlandıramadıkları için tekrar güreşe tutuşmuşlar. Gece yarısına kadar devam eden güreşten yine bir sonuç çıkmamış ve iki pehlivan nefesleri kesilerek oldukları yerde can vererek şehitlik mertebesine ulaşmışlar. Arkadaşları bu iki yiğidin cansız bedenlerini bir incir ağacının altına gömerek Edirne’ye doğru akınlarına devam etmişler. Bir müddet sonra Edirne’yi fethedip geri dönen yiğitler Ahırköy çayırlığına geldiklerinde arkadaşlarını gömdükleri incir ağacının dibinde bir suyun kaynadığını görmüşler.

Bunun üzerine “Kırktı bunlar, bu yakaya ilk ayak basanlardı bunlar” diyerek, o yere “Kırkpınar” adını vermişler ve şehit olan pehlivanların hatırasına her sene Hıdrellez Günü güreşler düzenlenmiş. (Durak Keskin, Edirne, 18.02.2015)

Aynalı Süpürge Efsanesi - 1

Edirne’de çok güzel bir kız bir eve gelin olarak gelmiş. Güzellerin aynaya düşkünlüğü tam anlamıyla bu kızda da mevcutmuş. Her an kaşını, saçını, kılık, kıyafetini düzenler, kendince süslenir, aynaya bakarmış. Hatta öyle ki gelin çoğu zaman evin işlerini aksatır,süslenmeye çok vakit ayırdığı için hiçbir işi tam yapamazmış. Bu konuya çözüm bulmak gerektiğini düşünen kayınvalide, gelinin süpürgesine ayna takarak vermiş gelinin eline ve şöyle demiş:

-Gelin! Al sana aynalı süpürge hem süpür hem kendini seyret.

Bundan sonra aynalı süpürge meşhur olmuş. (Songül Özgör, Edirne, 05.11.2014)

Aynalı Süpürge Efsanesi -2

Vaktiyle Edirne’de ev işlerini yapmaya üşenen bir gelin varmış. Bu şekilde üşengeç olduğu için kendisine görünmeden arkasından gelen kayınvalidesinden hep azar işitirmiş. Bu işe bir çözüm bulmak isteyen gelin, kayınvalidesinin geldiğini önceden görüp kendisine çekidüzen vermek için bir çare düşünmüş. En sonunda aklına süpürgenin kendi tarafına doğru olan kısmına küçük bir ayna koyarak kayınvalidesinin gelip gelmediğini bu aynadan izlemek gelmiş. Üşengeç gelinin kaynanasını izlemek için taktığı bu ayna daha sonra kültürel bir ürün haline dönüşmüş.
Bir rivayete göre de kayınvalidesiyle ev işleri hususunda tartışan onların kötü sözlerine mazur kalan gelinler süpürge yaparken “Sen bana laf söylüyorsun fakat dön de kendine bak” demek için süpürgedeki aynayı abartılı hareketlerle kayınvalidesine doğru tutarak bu hislerini anlatırlarmış. (Nagihan Biga, Büyünlü, 15.12.2016)

Darü’l Hadis Camii Efsanesi - 1

II. Murat bir gece rüyasında bugün Darü’l Hadis Camii’nin bulunduğu yerde Peygamber efendimizin namaz kıldığını ve sonrasında da o mahalde hadis naklettiğini görmüş. “Bunda bir hikmeti vardır.” diyerek bu mahalle bir medrese ve cami yaptırmış ve Peygamber efendimiz hadis naklettiği için bu medrese ve caminin adına da “Darü’l Hadis” demişler. (Mahmut Eroğlu, Edirne, 17.04.2015)

Darü’l Hadis Camii Efsanesi -2

Eski zamanlarda Darü’l Hadis Camii’ne yakın bir yerde ihtiyar bir adamın evi varmış. Adam gece bir sebeple yatağından kalkmış ve camiye doğru bakmış. Caminin ışıkları yanmaktaymış.

Kendi kendine: -Eyvah! Sabah namazı vakti gelmiş, uyuyakalmışım, diye söylenmiş. Hemen ibriğini leğenini hazırlayıp abdest almış ve koşarcasına camiye varmış ancak caminin ışıkları kapalıymış. Etraf karanlıkmış. Bunun üzerine evine dönmüş. Sabah olunca gece gördüklerini anlatmış, bilenler şöyle demişler:

-Burası Darü’l Hadis yani Peygamber efendimizin sözlerinin okutulup, ezberlendiği bir müessese dolayısıyla Peygamber efendimiz buraya özellikle perşembeyi cumaya bağlayan gece teşrif eder. O ışıklar da peygamberimizi takip eden meleklerin nurlarıdır. Sen olsa olsa onları görmüşsündür.

Kaynak kişi bu hadisenin 150-200 yıl önce gerçekleştiğini söylemektedir. Bununla ilgili memoratlara da tesadüf edilmektedir.

(Ali Süzen, Edirne, 17.04.2015)

Eski Cami Efsanesi -1

Yıldırım Beyazıt’ın büyük oğlu Emir Süleyman bir gece rüyasında peygamber efendimizi görmüş. Hz. Muhammet (s.a.v)

- Ey Süleyman, benim için ümmetime bir cami-i şerif bina eyle, buyurmuş.

Emir Süleyman sabah kalkar kalkmaz caminin planını hazırlatıp, inşasını başlatmış. Caminin temeli için hendekler kazılıp, taşları yerlerine konulduğu zaman Emir Süleyman’ın kardeşi Musa Çelebi askeriyle birlikte Emir Süleyman’ı basmış. Emir Süleyman hezimete uğrayınca kaçmış fakat bir köye varınca köylüler Musa Çelebi’ye yaranmak için Emir Süleyman’ı katletmişler. Musa Çelebi bunu duyunca o köylülerin hepsini öldürtmüş ve abisinin ruhu için camiyi yaptırmaya devam etmiş.

Bir müddet sonra Mehmet Çelebi Emir Timur’a karşı başarılar kazanınca sikke bastırıp, hutbe okutarak sultanlığı ilan etmiş ve kardeşi Musa Çelebi’nin üzerine yürümüş. Musa Çelebi haberi alıp, hezimete uğramış bir şekilde kaçarken kendi askerlerinden biri tarafından şehit edilmiş. Mehmet Çelebi’de ağabeyi Süleyman Çelebi’nin ruhu için camiyi yaptırmaya devam etmiş.

(Gülcan, 1979: 16-17)

Eski Cami Efsanesi -2

Sultan Murat fetih için Edirne üzerine yürüyeceği zaman naipleri:

- Efendim orada küffar çoktur. Burayı fethe Sarı Saltuk gibi bir ergerektir, diye engel olmuşlar. O gece I. Murat’ın rüyasına Hz. Muhammet (s.a.v) girmiş. Hz. Muhammet (s.a.v), Sultan Murat’a:


- Oğul! Gazi Murat; yürü, Rum’a geç. Edirne’ye ulaş. Korkma, üşenme. Bundan sonra Edirne, dâr-ı İslam olacaktır. Ümmetim orada çoğalacak siz orayı başkent yapın. Edirne Darü’n Nasr ve Beytü’l Fetih’tir. Alemi oradan fethedeceksiniz. Orada bir aksa-yı arz-ı mübarek var. Edirne’de bir cami yaptır. Duanın makbulolduğu yerdir, buyurmuş.

Sultan Murat Edirne’yi fethettiği zaman şu an Eski Camii’nin yerinde bulunan Frengiye burcunu yıktırıp oraya namazgâh yaptırmış. Ondan sonra gelen Yıldırım Bayezid namazgâhın etrafına avlu yaptırıp üç yerden kapı koymuş. Yıldırım vefat edince Emir Süleyman Edirne’ye gelip asker toplayıp Timur’a karşı gideceği zaman II. Murat’ın namazgâhında kurbanlar kesip, hacet dilemiş. Askerlerine:

- Bu duvarın dibine hendek kazın. Fetihten dönersem buraya ulu bir cami yapacağım, dedikten sonra mihrabının yerine kendi eliyle üç tane taş koymuş. Caminin inşasına da biraz başlatıp:

- İki tarafına üçer arşın yaptık. Kalanı dursun. Gelince geri kalan
duvarları da yaparız, deyip Timur’un üzerine yürümüş.Yıldırım’ın esir düşmesinden sonra Emir Süleyman Timur’a karşı başarı
elde etmiş. Emir Süleyman’ın katlinden sonra Musa Çelebi tahta geçmiş. Camiyi yaptırmaya devam etmiş. Sonra Çelebi Mehmet camiyi tamamlatmış. Hz. Muhammet’in (s.a.v) “aksa-yı arz-ı mübarek” yani “dünyanın en mübarek mekânlarından biri” buyurdukları yer eski caminin yapıldığı yermiş.

(Ebu’lHayr-i Rûmi, 2013: 657-658)

Muradiye Camii

Kırım hanlarından Tatar Han maiyetiyle beraber Sultan Murat’la savaşmak için o zamanlar Maslahat Deresi ismiyle bilinen ve Sarayiçi’ne yakın olan bir yere kadar gelir. Rumeli fetihlerinin evveli olmasından dolayı zamanın velilerinden Celâleddin Çelebi kan akmasını istemez. Bunun yerine bir imtihan yapılması kararlaştırılır. Bir yerde toplanılır. Bu esnada Tatar Han atını dizginler fakat Ayı Deresi ismiyle maruf yerden iki Mevlevi derviş çıkarak ellerindeki köstekle hanın atının ayaklarını bir anda bağlarlar ve at tökezleyip yere düşer. O anda askerler hücum edip Tatar Han’ın başını keserler. Maiyeti de itaat altına alınır.

Sultan Murat Han bu yardımı kendisine ihsan edenin Mevlâna hazretleri olduğunu anlar ve sebebini öğrenmek için istiareye yatar. Rüyasında Mevlana’yı görür. Mevlana Sultan Murat Han’dan dervişlerin ve talebelerin hayatlarını idame ettirebilecekleri bir hângâh yaptırması ister. Bunun üzerine Sultan Murat Han Muradiye Mevlevihânesini yaptırır. İlk olarak da Celâleddin Çelebi postnişinliğe
tayin olunur. (Ahmet Badi, 2014: 1447-1448)

Bolca Ana 15.yy

Bolca Ana halk arasında evliya olarak tanımlanan bir şahsiyettir. Trakya halk kültüründe önemli yeri olan bu kadın evliyamızın ünü günümüzde Trakya sınırlarını aşmış, Türkiye ve Balkanlara ulaşmış bulunmaktadır. Asıl adınız Fatma olduğu rivayet olunan Bolca Ana , Kırklareli vilayeti Babaeski ilçesine bağlı Mutlu köyünde yaşamıştır. 15. yy.da yaşadığı bilinmektedir.

Kabrinin bulunduğu mekana asılan kitabedeki hikaye şöyledir: Rumeli akıncılarından birine gönlü düşen Kofalçalı (Mutlu köyünün eski adı) Fatma, sevdiğinin katıldığı son seferde şehit olarak geri dönmemesi üzerine hayata küsmüş ve köyünün yakınlarındaki koruluk alanda inzivaya çekilmiştir. O tarihten sonra halk arasında onun kehanetleri anlatılmaya başlanmış ve ermiş olduğuna inanılmıştır. İşte böyle bir dönemde Avrupa üzerine sefere çıkan Fatih Sultan Mehmed Han, ordusu ile Babaeski-Edirne arasında sefer yolu üzerinde bulunan Kofalça köyü civarında mola verir ve konaklar. Askerlerden bir kısmı civarda gezinirken bugünkü Mutlu köyü yakınlarındaki Fatma Ana’nın yaşadığı yeşilliği ve suyu bol olan koruluk alana gelirler.

Fatma Ana burada kendisi için yemek pişirmektedir. Yemeğin kokusunu alan askerler, onun yanına uğrarlar. Fatma Ana Tanrı misafirlerini görünce sevinir, kendilerini hoşlar ve onların aç olduklarını anlayarak yemek ikram etmek ister. Sayıları biraz kalabalık olan askerler pişen yemeğin az olduğunu görünce kendilerine yetmeyeceği düşüncesiyle yemek istemezler. “Ana bu yemek bize yetmez” diye seslenirler. Bunun üzerine Fatma Ana, askerlerin tabaklarını doldurmaya başlar ve “Yiyin kızanlarım bolca, bolca yiyin” der. Askerler yedikçe tencerede pişen yemeğin eksilmediğini, aksine arttığını görürler ve karınlarını tıka basa doyururlar.

Mutlu bir şekilde oradan ayrılan askerler, bu hikmetli olay karşısında şaşkına dönmüşlerdir. Fatma Ana’nın bir ermiş olduğunu düşünmeye başlarlar ve olayı önce ordugahtaki arkadaşlarına anlatırlar. Olay askerler arasında gittikçe yayılır ve padişahın kulağına da gider. Konu hakkında meraklanan Fatih Sultan Mehmed olayı bir de şahitlerinden dinler. Padişah, olup biteni dinledikten sonra daha fazla merak içine düşer ve Fatma Ana’yı görmek, tanımak ister.

Birkaç komutanı ve olaya şahit olan askerlerini yanına alarak Fatma Ana’nın yaşadığı yere gelir. Padişah atından iner ve onun elini öpmek ister ve kendisine şöyle seslenir: “Senin adın bundan böyle Bolca Ana olsun”.

İşte o günden itibaren Fatma Ana’nın adı “Bolca Ana” olarak söylenir ve bilinir olmuştur. Yaşlandığı dönemde ise kendisi o çevrede “Bolca Nine” olarak tanımlanmaya başlanmıştır. Bu sebeple olsa gerek, günümüzde halk arasında daha ziyade “Bolca Nine” diye isimlendirilmektedir.

Başka bir rivayette ise Fatma Ana burada başka bir keramet daha göstermiştir. Bu rivayete göre, Fatma kadın Padişaha askerlerin atlarını bağladığı kargılarını o gece orada bırakmalarını teklif etmiştir. Onun bu isteği padişah tarafından kabul edilir. Ertesi gün olduğunda kargılarını almak için gelen askerler her bir kargının yeşererek birer fidana dönüştüğünü görürler. Böylece Bolca Ana’nın ermiş olduğuna kesin olarak hükmedilir.

XV. yüzyılın sonlarında vefat ettiği rivayet olunan Bolca Ana , ömrünü geçirdiği ve kerametlerini gösterdiği bu koruluk alana defnedilmiştir. Günümüzde kabri adeta bir adak yerine dönüşmüştür. Özellikle Trakya halk kültüründe önemli bir yere sahip olan 6 Mayıs (Hıdırellez)’ın içinde bulunduğu hafta burada adak kurbanları kesilmekte, dilekler dilenmekte ve dualar edilmektedir. Bununla beraber yılın diğer zamanlarında da aynı maksatla başta Trakya olmak üzere memleketin her yanından ziyaretler yapıldığı bilinmektedir.

(https://sks.trakya.edu.tr/pages/bolca-ana-kimdir)

Sarı Saltuk Efsanesi

Sarı Saltuk; Hz. Hızır, Hz. İlyas ve Sünni cinni Menucher’le Hıdırlık’ta tanışıp velayetini ve kudretini arttırdıktan sonra şehre inmiş. Edirne’de misafirlerin kaldığı küçük bir kilise varmış. Sarı Saltuk bir rahip kılığında bu kiliseye gelmiş ve burada kalmış.

Kim olduğunu soranlara da Rahul ruhbanın oğlu Şemun olduğunu, buraya diğer papazlarla ilim yarıştırmak için geldiğini söylemiş. Tekfura ve başpapaza böyle bir kişinin geldiği haber verilince merak edip kiliseye gelmişler. Üç yüz keşiş ile papazın patrikleri Sarı Saltuk’la ilmî mücadele etmişler lakin Saltuk’la hiçbiri baş edememiş. Bundan sonra Sarı Saltuk minbere çıkarak vaaz etmiş ve
İncil’den parçalar okumuş. Daha sonra da şöyle demiş:
- Ey halk! Bu gece Mesih’i rüyamda gördüm. Bana dedi ki; “Benim eşeğimin ayağı ile ümmetimi vaftiz eyle. O eşek ayağıyla enselerine vur. Hangisine hızlı vurursan bilmiş olsunlar ki önce o cennete gidecektir.” Şemun zannettikleri Sarı Saltuk’un isteğini hemen yerine getirmişler. Edirne’de ulu bir kilisede bulunan ve Hz. İsa’nın eşeğine ait olduğuna inanılan eşek ayağını sandukasıyla birlikte getirmişler. Sarı Saltuk sandukayı açıp ağlayıp, İncil okumaya başlamış. Oradaki Hristiyanlara:
- Ey halk! Bilmiş olun ki, ben geceleri gökyüzüne çıkarım. Mesih’le buluşurum. İnanmazsanız bu ayak sayesinde kilisenin kapısına kadar uçayım, demiş. Hemen içinden daha önce Sünni cinni Menucher’in öğrettiği duayı okuyup onu çağırmış ve ondan kendisini kubbeye götürmesini istemiş. Menucher istenileni yapmış.

Hristiyanlar bakmışlar ki rahip uçuyor, hepsi ona itimat etmiş. Sarı Saltuk:
- Şimdi bana kadın erkek kim varsa buraya toplayın, vaftiz edeceğim ve her adam başı için bir altın verin, demiş. Kâfirler denileni yapmışlar. Sarı Saltuk 358 vaftiz için gelenlere eşek ayağıyla öyle vurmuş ki hepsinin ağzından, burnundan kan gelmiş. Sonra da toplanan bütün parayı almış ve Edirne’den ayrılmış.

(Ebu’l Hayr-i Rûmi, 2013: 45-46)

Meriç Nehri Efsanesi

Tarih içinde efsaneler dilden dile günümüze dek süregelmiştir. Bunlardan Meriç Nehri’ne ait efsane de ORPHEUS ile EURYDİKE’e arasındaki aşkı anlatır.

O gün dağlar, taşlar, ağaçlar ve dağ, orman, su perileri, bütün yaratıklar, Meriç Nehrinin iki yakasında sıra sıra saygıyla durmuşlar, Meriç Nehri’nin sularına karışıp aşağılara doğru akıp giden bir kesik başı, mitolojik şair Orpheus’un kesik başını gözyaşlarıyla seyretmişler.

Orpheus’un kesik başı gene kendisi gibi parçalanıp sulara atılmış ve ilk defa ustasız çalan Lir’inin eşliğinde son türküsünü söylüyormuş;

“Saadet yapraklar üzerinde ki bir çiğ tanesi gibidir. Kendisinden emin, pırıl pırıl dururken birden titreyiverir. O zaman da aşkın gözyaşları olarak yere düşer.”

Kader biraz da davranışımızın sonucudur; o yüzden insanoğlu kendi kaderine tesir edebilir. Ama saadetimiz mutlaka başkalarının elindedir. Orpheus ile Eurydike Efsanesi, insanlığın bu yönünün bir hikâyesidir.

Orpheus, Yunan Mitolojisinin pek ünlü bir şairdir. Babası Trakya Kralı Oiagros, annesi İbe Dokuz Sanat perilerinden (müz’lerden) şiirin, destanların temsilcisi Kalliope imiş. Ölümlüler içinde onun üstüne lir çalabilecek kimse çıkmamış. Hatta Orpheus’a lir’i Apollon hediye etmiş.

Kitaplar Orpheus’un Edirne civarında, Meriç boylarında yaşamış olduğunu yazar.

Orpheus, lir’ini eline alıp da, çalmaya başladımı, dağlar, taşlar, ağaçlar yer yerinden kalkar, onun çevresinde toplanır, bütün canlılar; kurdu, kuzusu, ehlisi, vahşisi; inlerinden çıkıp gelirler, içleri en güzel duygularla dolu halde, onu dinlerlermiş.

Orpheus, gece yarısı kalkar, civarın en yüksek yerine çıkar, başlarmış lir’ini çalmaya, o zaman, ustası Alpollon, çırağının o büyülü çalışına tutulur, onu bir an önce görmeye, yakından dinlemeye koşarmış; Apollon, güneşi temsil eden Tanrı olduğu için, güneş olup kocaman ve uykulu gözlerle kıpkırmızı doğarmış. Derler ki, Bahar geldi mi güneşin, bir süre, her gün biraz daha geç doğması o yüzdenmiş.

Orpheus bir yerde durmaz, çaldıklarına kendisine de kapılır, dağlarda, bayırlarda, ormanlarda gezermiş.

Bir gün ormana girmiş. Serin bir kaynaktan su içmiş, yüzünü gözünü yıkamış, serinlemiş. Sonra dibinden o suyun çıktığı kayanın üstüne oturmuş, almış gene lir’ini eline, başlamış çalmaya…

Az önce suyundan içtiği kaynağın su perilerinden Eurydike de çimenlere yüzükoyun uzanıp, dirsekleri yerde, çenesini ellerine dayamış Orpheus’u dinliyormuş. Orpheus coşkunluğuyla kendisinden başka hiçbir şeyin farkında olmayarak durmadan çalışıyormuş. Çok sonra çevresinde toplanıp dinleyenlerin arasında Eurydike’yi görmüş. Birden duraklamış, bu duygunun ılık bir su olup içinde tatlı tatlı aktığını hissetmiş. Eurydike iki gözü Orpheus’ta öylece duruyormuş. O zaman orada toplanan dağlar, taşlar, bütün canlılar Orpheus’un duraklamasının sebebini anlamışlar; aşka olan sonsuz saygılarıyla birer birer oradan uzaklaşmışlar. Eurydike ile Orpheus gözleri birbirlerinde hala öyle duruyorlarmış.

İşte o andan itibaren Orpheus yalnız Eurydike için çalmaya başlamış. Çalışı ne kadar sürmüş bilemiyoruz. Fakat Orpheus ilk defa o gün dağlara çıkıp Apollo’nu selamlamayı unutmuş ve Orpheus’un lir’inin sesiyle doğmaya alışmış olan güneş ilk defa o gün gecikmiş. Eskiden tüyleri kar gibi beyaz ve lekesiz olan, sırf gevezeliği yüzünden Apollon tarafından cezalandırılıp karartılarak bugünkü haline döndürülen karben, o sabah çatlak sesiyle: “Orpheus Tanrılar ihmal edilmekten hoşlanmazlar ve asla ortak kabul etmezler, dikkatli ol!” diye ötmüş.

Ama Orpheus mesut ve memnun, Eurydike’sinden başka hiçbir şeyin farkında değilmiş. O zaman başı Eurdike’nin dizlerinde gözleri gözlerin de Orpheus’un şöyle konuştuğunu duymuşlar: “Eurydike’m; dünyayı kucaklamak için açık duran kollarımı kavuşturmaya korkmuyorum artık. Çünkü onların arasında sen varsın. Ne için, kimin için söylediğini bilmediğim şiirlerimi, türkülerimi yalnız senin için söylemenin güzel ve büyük heyecanı içindeyim sensiz bir saniye duramam artık ben”.

Eurydike ile Orpheus’un tanışmaları ve evlenmeye karar vermeleri bir olmuş. Heyhat hangi saadet devamlıdır ki; sen Apollon: Parnas dağında ki koca pyton yılanını oklarınla vurup öldürdüğün halde, çırağına, ancak sana layık şarkıları terennüm eden Orpheus’a bu mutluluğu çok gördün. Trakya’nın kendisi çok ufak fakat zehiri o nispette korkunç engerek yılanını görüp Eurydike’nin ayağını sokmasına mani olamadım.

Gerçekten de öyle olmuş. O heyecan içinde kalkıp gidecekleri sırada otların arasından bir engerek yılanı çıkıp bütün zehirlerini Eurydike’nin ayağına akıtmış.Bazı efsaneler Eurydike’nin o sevinç içinde koşarken yılana bastığını o yüzden yılanın kendisini soktuğunu naklederler ama sonu hep bir: Eurydike oracıkta ölmüş.

Orpheus, bulmasıyla kaybetmesi bir olan saadeti Eurydike için bir kere daha çalmaya, söylemeye başlamış. Gezmediği, dolaşmadığı yer kalmamış. O kadar acıklı söylüyormuş ki, en sonunda öbür dünyanın tanrısı Hadesle karısı merhametsiz Tanrıça Persephone bile ona acımışlar ve yer altı dünyasına girerek Eurydike’yi görebilmesi için Orpheus’a izin vermişler. Orpheus’un lir’inin büyülü namelerinden merhamete gelen Persepone daha da yumuşayarak Orpheus’un Eurydike’yi yeryüzüne götürmesine müsaade etmiş. Yalnız öbür dünyanın kanunları gereğince yeryüzüne çıkıncaya kadar arkasını dönüp Eurydike’ye bakmamasını tembih etmişler. Orpheus önde Eurydike arkada, yer altı dünyasından yeryüzü dünyasına çıkmaya başlamışlar. Ama aşkın kanunları bütün öbür kanunlardan baskın çıkmış; Orpheus dayanamamış, yeryüzüne çıkmaya kalmadan dönmüş, Eurydike’sine bakmış, Bakmasıylada Eurydike’yi ebediyen kaybetmesi bir olmuş; Persepone, tembih edileni yapmadığı için Eurydike’yi yer altı dünyasına geri almış.

Ondan sonrada Orpheus üzüntüler için de döndüğü yeryüzü dünyasından elini eteğini çekmiş. Yine çalıyormuş, yine söylüyormuş, yine hep dolaşıyormuş, ama her şeyine de bir üzün varmış.Aynı zamanda çok güzel olan Orpheus’a tutkun Trakyalı kadınlar: “Eurydike ölmüşse biz varız. Orpheus’un gözleri artık bizleri hiç görmez oldu…” diyorlarmış.

En sonunda o hale gelmişler ki o kadınlar, bir gün gene hüzünlü müsikisini dinledikleri bir sırada vurdumduymazlığa kızıp Orpheus’a saldırmışlar ve onu parça parça etmişler, koparılmış başını ve lir’ini Meriç nehrine atmışlar. Orpheus’un kesik başı ile lir’i son türkülerini söyleye söyleye Meriç nehriyle birlikte akıp Enez de Ege denizine dökülmüş. Sonra dalgalar onları alıp Midilli adasına götürmüş.

Orpheus’un ölümüne su perileri, dağ perileri, orman perileri hatta Trakyalı kadınlar o kadar ağlamışlar ki gözyaşları toplanıp seller, dereler halinde Meriç nehrine akmış ve Meriç ilk defa o gün taşmış.

Gaziler Helvası

Osmanlı askerleri Avrupa’ya sefere çıkacakları zaman güzergâh olarak Edirne’yi kullanırlarmış. Seferlerden önce Edirne’ye gelinir bütün ikmal işleri burada yapılıp sefere gidilir ve seferden sonra yine Edirne’ye geri dönülürmüş. Ordu sefere çıkacağı zaman halk da namazgâh ovasına toplanır, tabur imamları tarafından yapılan dualara âminlerle iştirak ederler, ordu gözden kayboluncaya kadar ordunun arkasından tekbirler getirip, dua ederlermiş.

O tarihlerde sefere gidecek gazilere moral vermek amacıyla helva yapmak bir gelenekmiş. Saray ocaklarında kazan kazan yapılan helvalar bütün orduya ve orada bulunan halka dağıtılırmış. Helva gaziler için yapıldığından irmik helvasının adına “Gaziler helvası” denilmiş.

İnsanlar şehâdete koşan gazilere helva yapıldığı için, ölenlerinin ardından da helva yapmaya başlamışlar. Ölenin ardından helva vermek adet olmuş. Bu gelenek zamanla yaygınlaşıp biraz da değişime uğrayarak helva sohbetlerine dönüşmüş.

Üç Şerefeli Cami Efsanesi -1

Emir Sultan, bir gün Edirne’de yürürken bir yere gelip durmuş. Müritlerine taş toplamalarını emretmiş. Bir miktar taş toplamışlar. Emir Sultan toplanan taşlarla bir mihrap yapmış ve sonra şöyle demiş:
- Burada bir cami yapılacak. Ümmetin fukarası Kudüs sevabını burada bulacak, demiş. Bundan sonrada Sultan Murat’ın oğlu Mehmet Han orada yeni bir cami yaptırmış. Bu cami Rum’un Kudüs’ü olmuş. Dört minare, yedi tabaka şerefe, geniş haremi, ulu bir kubbe ve dokuz kubbe, iki direk üzerine inşa edilmiş. Medreseler, mektep, şadırvan, çeşmeler ile mamur olmuş.

(Ebu’l Hayr-i Rûmi, 2013: 656)

Üç Şerefeli Cami Efsanesi -2

II. Murat bugün “Üç Şerefeli” diye anılan camiyi yaptırdıktan sonra bir gece rüyasında kendisini caminin avlusunda görmüş. Avlunun Taş Odalara bakan kapısından bir ışık huzmesinin içeriye dolduğunu fark etmiş ve o tarafa doğru yönelmiş. Avlunun kapısından dışarı çıkınca bugün yine Taş Odalar tarafında bulunan üç yeşil sütunun olduğu yerlerde Cebrail (a.s), İsrafil (a.s) ve Mikail’i (a.s) görmüş. Sabah olunca:

- Gün gelir de bu toprakları küffar zapt eder, o mübareklerin teşrif ettiği
yere kâfir ayağı değmesin, diyerek üç tane sütun diktirmiş.

Bir rivayete göre de caminin adı bu üç meleğe izafeten aslında “Üç Şerefli Cami” imiş ancak daha sonra Üç Şerefeli Cami’ye dönüşmüş. (Abdullah Şahin, Edirne, 10.09.2014)

Üç Şerefeli Cami Efsanesi -3

Sultan II. Murat İzmir’i fethettiği gece Hz. Muhammet (s.a.v) rüyasına
teşrif etmiş ve şöyle buyurmuş:

- Evladım Murat, İzmir’in fethinin şükrânesi olarak Edirne’de falanca yere bir cami bina ettir. İki ayağı olsun, dokuz kubbesi olsun, ana kubbeye de dünya coğrafyasını yerleştir. Bu caminin yapımında, imamlığında, vaizliğinde, kayyımlığında ve benzeri görevlerde bulunanların bayramı mübarek olsun.

Sultan Murat sabah olunca hemen vezir ve şeyhülislamı çağırtıp rüyayı onlara anlatmış. Cami için hazırlıklara başlanmasını emretmiş. Peygamber efendimiz bizzat caminin yapılmasını emrettiği için Sultan Murat hazırlıkların noksansız olarak yapılması gerektiğini ve Peygamberimizin de açılışa teşrif edebileceğini söylemiş. O günlerde Edirne’de çok büyük hazırlıklar yapılmış. Bütün sokaklar baştan ayağa temizlenmiş ve kireçle beyaza boyanmış. Açılışta II. Murat başta olmak üzere Edirneliler hep bir ağızdan salâvat getirmeye başlamışlar. Peygamber efendimiz manen bu manzarayı görünce merasime teşrif etmek istemiş.

Peygamberimizin hareket ettiğini gören teşrif mangası yani diğer bütün peygamberler hareket edince yeryüzü dalgalanmış. Melekler de yeryüzündeki bu güzel topluluğun arasına katılabilmek için Allah’a yalvarmışlar. Ancak Hazret-i Allah (c.c.) melekler vazifeli olduğu için onlara izin vermemiş ancak üç tane büyük meleği –Cebrâil, Mikâil ve İsrâfil (a.s.)- tüm melekleri temsilen göndermiş. Üç şerefeli caminin önündeki üç tane dikili taş da bu üç meleği temsil etmekteymiş.
Cami tamamlandıktan sonra Peygamberimizin duası gereğince Cuma
gününe rast gelen bir Ramazan Bayramı’nda caminin açılışı yapılmış. Hem bu yüzden
hem de bayram namazlarının sayısal değerine kubbe ve direk sayıları denk düştüğü için yani iki rekâtlık bayram namazına karşılık iki direği, dokuz tekbire karşı dokuz kubbesi olduğu için

Üç Şerefeli cami “Bayram camii” olarak da anılmış. (Hüseyin Özel, Havsa, 07.03.2015)

Yıldırım Bayezid Camii Efsanesi –1

Edirne’nin en eski camisi olan Yıldırım Bayezid Camii’nin kiliseden bozma olduğu düşünülmektedir. Ancak temel harici yapısı Yıldırım Bayezid zamanında tekrar yapılmıştır. Halk arasında bu camiye Küpeli Camii de denilmektedir. Halk, bunun sebebinin yeri tam olarak bilinmeyen mermerden yapılmış ve birbirine geçmiş küpe şeklindeki asılı iki halka ya da havernak kemerlerinin ortalarındaki halkalar olduğuna inanmaktadır.

Diğer bir rivayete göre de bu caminin inşası Ankara savaşında Timur’un Bayezid’i esir etmesinden dolayı yarım kalmış. Camiyi daha sonra Yıldırım Bayezid’in oğlu Çelebi Sultan Mehmet tamamlamış. Caminin inşası sırasında Yıldırım Bayezid’in kızı Küpel Edirne’nin en eski camisi olan Yıldırım Bayezid Camii’nin kiliseden bozma olduğu düşünülmektedir. Ancak temel harici yapısı Yıldırım Bayezid zamanında tekrar yapılmıştır. Halk arasında bu camiye Küpeli Camii de denilmektedir. Halk,
bunun sebebinin yeri tam olarak bilinmeyen mermerden yapılmış ve birbirine geçmiş küpe şeklindeki asılı iki halka ya da havernak kemerlerinin ortalarındaki halkalar olduğuna inanmaktadır.

Diğer bir rivayete göre de bu caminin inşası Ankara savaşında Timur’un Bayezid’i esir etmesinden dolayı yarım kalmış. Camiyi daha sonra Yıldırım Bayezid’in oğlu Çelebi Sultan Mehmet tamamlamış. Caminin inşası sırasında Yıldırım Bayezid’in kızı Küpeli Sultan çok sevdiği küpelerini satıp caminin yapımına katkıda bulunmuş. Bu sebepten dolayı da “Küpeli Cami” diye anılmaktaymış. (Evliya Çelebi, 2010: 561)

Sultan çok sevdiği küpelerini satıp caminin yapımına katkıda bulunmuş. Bu sebepten dolayı da “Küpeli Cami” diye anılmaktaymış.(Evliya Çelebi, 2010: 561)

Yıldırım Bayezid Camii Efsanesi -2

Yıldırım Bayezid Camii kiliseden camiye çevrilmek istendiğinde Müslüman bir mimar bulunamamış. Bunun üzerine yabancı memleketlerin birinden bir mimar çağırtmışlar. Mimar gelip işe başlamış. Caminin inşaatı devam ederken mimarın geldiği ülkenin kralı camiye katkı sağlama bahanesiyle içinde haç olan bir taş göndermiş. Mimar da “Bu cami kiliseydi, bütün Müslümanlara buraya girerken haçın altında boyun eğdireceğim.” diyerek o taşı Yıldırım Bayezid Camii’nin girişindeki kemerin tam ortasına gizlice yerleştirmiş.

Kaynak kişinin belirttiğine göre o taş hala orada durmakta ve fotoğraf makinesiyle fotoğrafı çekilince açık bir şekilde ortaya çıkmaktaymış. (İbrahim Kahraman, Edirne, 17.06.2015)

Göl Baba Efsanesi

Yaşlı bir zat bir köye varıp köydeki evlerin kapılarını tek tek çalarak bir parça ekmek istemiş. Kimse ona yardımcı olmamış. En sonunda bir evin kapısını daha çalmış. İçeriden çıkan kadından bir parça ekmek isteyince kadın:

- Amcacığım, benim de ekmeğim yok. Çocuklarım da aç. Onları oylamak için fırına tezek koydum, demiş. Yaşlı adam da

- Olsun evladım biraz verirseniz, çok makbule geçer, demiş.

Kadın:

- Fakat onlar tezek, ne işinize yarayacak deyince, Yaşlı adam getirmesi hususunda ısrar etmiş.

Bunun üzerine kadın gidip fırını açmış. Bir de ne görsün! Tezeklerin yerinde mis gibi ekmekler varmış. Ekmeği almış ve yaşlı adama götürmüş. Yaşlı adam, kadına:

- Kızım sen bir imtihan kazandın. Çocuklarını al ve benimle gel; ama ne olursa olsun sakın arkana bakma! demiş.

Kadın, yaşlı adamın dediğini yapıp çocuklarını alarak düşmüş peşine. Biraz yol aldıktan sonra “Bu ihtiyar neden arkama bakmamı istemiyor.” diye bir meraktır, içini kemirmeye başlamış. Sonunda dayanamayıp arkasını dönmüş. Tam döndüğü anda köyü su basmış. Kadın da ihtiyar zatın sözünü dinlemediği için taşa dönüşmüş. Değirmenyeni köyündeki Tekke çeşme isimli çeşmenin suyunun bu kadının göğsünden çıktığına inanılmaktaymış.

Bugün o köyün yerinde olan sazlık alana Gölbaba denilmektedir. Kaynak kişi çocukluğunda bu bölgede baca denilen şekillerin olduğunu, kadının taşa dönüşmüş şekli de olduğunu ancak son zamanlarda kaybolduğunu söylemektedir.

(Mehmet Alat, Değirmenyeni, 29.12.2014)

Saray Hamamı Efsanesi -1

Selimiye yapılmazdan evvel II. Selim devrin meşhur mimarlarını toplayarak bir imtihan yapmak istemiş. İstanbul, Erzurum, Manisa ve Konya’dan mimarlar çağırtılmış. Sultan Selim hepsine birden:

- Bir camiye ilk olarak hangi kısmını yaparak başlarsınız, şeklinde bir soru sormuş. Hepsi muhtelif cevaplar verdikten sonra sıra Mimar Sinan’a gelmiş.
Sinan:
- Sultanım; ben önce bir hamam yaparım ki, caminin inşaatında çalışan işçiler temiz olsun ve her gün işe başlarken gusül abdesti alsınlar. Sonra da cemaatle namaz kılabilsinler diye bir de küçük mescit inşa ederim, deyince II. Selim:
- İşte aradığım cevap buydu, diyerek Selimiye’yi Mimar Sinan’a emanet etmiş. Rivayete göre Mimar’ın inşa ettiği hamam Selimiye’nin arkasındaki hamam, mescit ise Selimiye’nin arka tarafında kalan Hıdırağa Camii’ymiş.

(Şaban Öztürk, Edirne, 06.05.2012)

Saray Hamamı Efsanesi -2

Selimiye’nin işçilerinden bir tanesi uyurken ihtilam olmuş ancak abdest alıp temizlenebileceği yer yokmuş. Sabah kimseye bu durumunu anlatmadan işe başlamış. Sırtına aldığı bir taşı tam duvara kadar getirmiş fakat abdesti olmadığı için yerine koyamamış. Taşı tekrar geri götürmüş. Bu hadise üç kez böyle tekrar edince uzaktan işçiyi seyreden Mimar Sinan’ın dikkatini çekmiş ve işçiyi yanına çağırtıp:

- Evlat, deminden beri seni izlerim. Taşı yukarı çıkarır, indirirsin.
Bunun hikmeti ne ola? diye sormuş.

İşçi durumunu utana sıkıla anlatmış. Mimar Sinan o anda bütün işleri bıraktırmış ve hemen bir hamam inşasına başlamış. Rivayete göre Saray Hamamı bu şekilde yapılmış.

(İbrahim Gökçe, Edirne, 10.05.2012)

Kapaklı Kayalar (Dolmenler)

Edirne Lalapaşa ilçesinin Süleymandanişment, Vaysal, Büyünlü, Hacılar ve Doğanköy köylerinde geniş bir sahaya yayılmış çok miktarda dolmen bulunmaktadır. Halk bu dolmenleri kapaklıkaya diye isimlendirmektedir. Dolmenleri oluşturan kayalar bir insanın kaldıramayacağı kadar büyüktür. Rivayete göre bu taşları Nuh Tufanı’ndan önce boyları on bir metreyi bulan ve ömürleri bin yıl olan devler getirip yukarıda saydığımız yerlere yerleştirmişler. İstanbul Beykoz Yuşa tepesinde on yedi metre uzunluğunda kabri bulunan Yuşa (a.s) Peygamber de bu dev neslin son temsilcisi olduğuna inanılmaktaymış.

(Sabriye Cemboluk, Edirne, 24.02.2015

Selimiye Niyet Taşı

Ruslar Edirne’yi işgal ettikleri zaman Rus komutanlardan birisi şehrin en gösterişli yapısı olan Selimiye Camii’ne gitmek ister. Atıyla avlu kapısından içeri girip avluyu geçtikten sonra Selimiye’nin içine de atının üzerinde girmek arzusuyla attan inmemekte ısrar eder. Tam caminin içine girmeye yeltenip girişteki yuvarlak kara taşın (ikinci müezzin yeri) üzerine geldiği esnada atın bacakları kayar ve komutan can verir. Bundan sonra bu kara taş halk arasında uğurlu sayılıp üzerinde dilek tutulmaya başlanır. Halkın inanışına göre burada bir dilek dilenir, eğer taş dönerse dilek kabul olur, dönmezse kabul olmaz.

(Orhan Çakırlar, Edirne,11.09.2014)

Ergene Efsanesi -1

II. Murat zamanında Ergene Nehri’nin yol açtığı seller nedeniyle bugün Uzunköprü diye bildiğimiz köprü, çeşitli eklemelerle bir buçuk kilometrelik bir uzunluğa sahip olmuş. Köprünün açılış töreninde Sultan Murat, sel gibi büyük bir felakete çare bulup, iki karayı birbirine bağlamanın verdiği gururla köprüyü bir müddet seyrettikten sonra alay köşküne varmış. Alay köşkünden Menzil ovasında hazır bulunanlara karşı bir konuşma yaptıktan sonra başını, dik ve alaylı bir şekilde sessizce akan Ergene Nehri’nin suyuna döndürerek:
-Er gene, Er gene! diye birkaç defa haykırmış.

Sultan Murat’ın “Ey nehir, üzerine uzun ve muhkem bir köprü inşa ettirdim. İki kıyıyı birbirine bağladım. Hadi bakalım ‘yine yetiş’ karaya” şeklindeki bu sözleri nehrin ismi olmuş. Menzil ovasında Sultan Murat’ı dinleyenler bu tarihten sonra bu nehre “Ergene” demişler.

(Şahin Şengül, Uzunköprü, 04.02.2015)

Ergene Efsanesi -2

Ergene üzerinde boylu boyunca uzanan Uzunköprü çok ince hesaplarla bir daha iki kıyı arasındaki bağlantı kopmaması için II. Murat tarafından yaptırılmış. II. Murat köprüyü yaptırdıktan sonra böyle bir eser inşa ettirdiği için kendisiyle gurur duymuş ve bundan sonra Ergene nehrinin asla iki kıyıyı birbirinden ayıramayacağını düşünmüş. Bir sabah II. Murat’ın karşı kıyıya geçmesi icap etmiş fakat köprünün ucuna vardıkları zaman suyun yine köprüyü altına aldığını görünce “güçlü olan yine o” anlamında “Er gene” demiş. Sultan Murat’ın bu sözünü işitenler tarafından daha sonra bu nehir hep Ergene diye anılmış.

(Kıvanç Ali Selçioğlu, Uzunköprü,04.02.2015)

Kel Aliço Efsanesi -1

Kel Aliço Bulgaristan’dan Edirne’ye ilk güreşini yapmaya geldiği zaman on sekiz yaşındaymış. Havsa’da bir ovaya gelmişler. Aliço büyükçe bir meşe ağacının altına girip yanındaki çırağı İbrahim Pehlivan’a şöyle demiş:

- İbrahim; sen şöyle öte git, ben bu meşeyi bir hamlede devireceğim. İbrahim Pehlivan kenara çekilmiş. Aliço bir nara atarak ağaca var gücüyle davranmış ve ağacı iki parça etmiş. Oradan yola çıkıp Edirne’ye varmışlar. Bir kahveye girmişler. Kahveci gördüğü bu yabancı iki kişiye nereden ve niçin geldiklerini sorunca Aliço:
- Ben pehlivanım Kırkpınar’a güreşmeye geldim, demiş.
Güreşe ve pehlivanlığa meraklı olan kahveci, Aliço ve İbrahim Pehlivan’ı misafir etmek istemiş, onlar da kabul etmişler. Kahveci onlar için altı aylık bir danayı kesmiş ziyafet çekmiş. Aliço üç gün boyunca danayı yemiş. Güreş günü gelmiş çatmış. Hep birlikte güreş yapılan alana varmışlar. Aliço, beni diğer boylardaki güreşlere çağırmasınlar en son başa güreşeyim, diye çalıların arasına saklanmış.
Kahveci Aliço’yu pehlivanların arasında göremeyince; Eyvah, demiş bizim danayı da yedi kaçtı gitti. Bir süre sonra başpehlivanlar meydana salınınca Aliço da ortaya çıkmış. “Ben de başa güreşeceğim” deyince etraftakiler yaşı hayli genç olan delikanlının bu denli bir cesaretle başa güreşeceğim demesine gülüp geçmişler. Üzülmesin diyerek de başaltı pehlivanlarının en güçlüleriyle güreştirmişler ve hepsini yenmiş. Aliço’nun o gün yaptığı güreşler bütün meydana korku salmış. Bundan sonra da Bulgaristan’a dönmeyip İpsala’nın daha sonra kendi adıyla anılacak olan Koyunyeri (Aliço Pehlivan) köyüne yerleşmiş.

(Kadir Turgay, Kelaliço Pehlivan, 09.06.2015)

Kel Aliço Efsanesi -2

Kel Aliço Kırkpınar güreşlerine giderken o günün şartlarında yaya olarak yoluna devam ediyormuş. Bir derenin kenarına geldiğinde aksakallı bir ihtiyarın beklediğini görmüş. İhtiyara yaklaşınca adam dönüp Aliço’ya:
- Evladım, halim ortada. Karşıya geçemiyorum beni sırtına alıp geçirir misin, demiş. Aliço ihtiyar adamı hemen sırtına alıp karşı kıyıya ulaştırmış. Tam indirmiş ki ihtiyar adam:
- Eyvah! Oğlum benim karşıda seccadem kaldı, onu almam gerek beni öbür kıyıya götürüver, demiş. Kel Aliço ihtiyarı bir daha almış sırtına. Seccadeyi alıp diğer kıyıya geldiklerinde bu defa ihtiyar:
- Oğlum ben yine unuttum, ağacın dalında tespihim vardı. Beni karşıya geçiriver, onu da alalım, demiş. Aliço hiç tereddüt etmeden ihtiyarı karşıya geçirmiş. Tespihini alan ihtiyar diğer kıyıya vardığı zaman bu defa da:
- Evladım kusuruma bakma, sarığımı yıkayıp çalılara asmıştım. Onu da almam gerek, ne olur beni karşıya geçiriver onu da alayım, demiş. Aliço yine tereddütsüz adamı karşı kıyıya taşımış. Bu gel gitler birkaç defa daha cereyan etmiş. En sonunda ihtiyar kendisini itirazsız şekilde sekiz on defa sırtlayıp dereden geçiren gencin yüzüne bakıp biraz süzdükten sonra Aliço’ya nereye gittiğini sormuş.
Aliço Kırkpınar’a güreşmeye gittiğini söyleyince Hızır olduğunu o gün için bilmediği ihtiyar şöyle dua etmiş:
- Evladım, ben senden razı oldum. Allah da senden razı olsun. Sabrın çelik gibi, gücün de çelik gibi olsun. Kimse senin sırtını yere getiremesin.
O günden sonra da kimse Aliço’nun sırtını yere getirememiş. Yirmi altı sene Kırkpınar’da başpehlivan olmuş.

(Kemal Yerlikaya, İbriktepe, 09.06.2015)

Kel Aliço Efsanesi -3

Kel Aliço’nun üst üste yaptığı güreşlerden sonra aldığı başarılar tam bir güreş meraklısı aynı zamanda pehlivan olan Sultan Abdülaziz’in kulağına kadar gitmiş. Abdülaziz, ünü her yana yayılan Aliço’yla kendi de güreşmek istemiş. Aliço
saraya çağırılmış ve Abdülaziz Han şöyle demiş:

- Benimle tam bir güreş yapacaksın, eğer padişahım diyerek güreşte kaçak davranırsan neticesi senin için iyi olmaz.
Bu sözlerden korkan Aliço, bir müddet uğraştıktan sonra padişahı yenmiş. Padişah yenilince belki söylediklerini unutmuş olacağından, belki de nefsinin kabarmasından cellatları çağırarak:
- Tez bunun kellesini vurun, demiş. Cellatlar Aliço’yu kellesini vurmak için götürmüşler fakat bir türlü böylesi güçlü bir pehlivanı öldürmeye gönülleri rıza göstermemiş. Bunun üzerine cellatlardan birisi şöyle demiş:
- Aliço senin kelleni vurmayacağız lakin hiçbir güreşe çıkmayacaksın. Adın hiçbir yerde anılmayacak. Senin kanlı gömleğini padişaha götüreceğiz.
-Saklanacak yerin var mı? Aliço:
- Benim köyüm var; Koyunyeri. Oraya gider, saklanırım. Dediğiniz gibi hiçbir güreşe de çıkmam, demiş. Cellatlar ve Aliço oradan ayrılmışlar. Bir müddet zaman geçtikten sonra gayr-i Müslimlerden bir pehlivan çıkmış ve bütün pehlivanları yenerek İstanbul’a kadar gelmiş. İstanbul’da da birçok pehlivanı yenince Osmanlı’nın şanını küçülten bu durum karşısında Sultan Abdülaziz Han’ın iyiden iyiye morali bozulmuş. Bunun üzerine cellatlardan bir tanesi her türlü tehlikeyi göze alarak padişahın huzuruna çıkıp Kel Aliço’nun hayatta olduğunu söylemiş. Aliço, padişahın affına mazhar olup hemen İstanbul’a çağırılmış ve gayr-i Müslim
pehlivanla güreş yapması istenmiş. Aliço:

-Padişahım bana kırk gün mühlet verin. Uzun zamandır idmansızım, hazırlanayım. Ancak kırk gün sonraki güreşte bu adamın başına bir hal gelirse sorumlusu ben değilim, demiş. İstedikleri kabul edilmiş. Kırk gün sonra Aliço, rakibinin karşısına çıkmış. Bir müddet güreştikten sonra elini rakibinin kispetine sokup işkembesini sökmüş. Böylece Osmanlı’nın itibarı kurtulmuş.

(Kadir Turgay, Kelaliço Pehlivan, 09.06.2015)

Kel Aliço Efsanesi -4

Adalı Halil Kırkpınar’da birkaç kez başpehlivan olduktan sonra biraz gururlanmış. Kendisini yenecek kimsenin olmadığını iddia eder dururmuş. Etrafındakiler de her defasında; “Kel Aliço var.” derlermiş. O zamanlar hayli ihtiyar olan Aliço’yu rakip olarak bile görmeyen Adalı Halil sürekli “Kel Aliço var.” denilmesinden bıkmış ve bir gün Aliço’yla güreşmek üzere Keşan’ın Koyunyeri köyüne doğru yola çıkmış. Köye girdiğinde kahvede oturan Aliço, Adalı’yı tanımış ve ona sırtını dönmüş. Adalı kahveye yaklaşıp sırtı dönük adama:
- Selamun aleykum, Kel Aliço buralarda mı amca, deyince Aliço yüzünü Adalı’ya dönmüş.
- Aleykum selam buyur evlat, demiş. Aliço yüzünü dönünce hemen onu tanıyan Adalı, ustasının elini öperek:
- Usta, bilirsin ben yıllardır başpehlivan olurum lakin sen önümde durdukça kimse benim başpehlivanlığımı kabul etmez. Bunun için seninle de kozlarımızı paylaşacağız, demiş. Aliço biraz düşündükten sonra:
- Evlat, görürsün ben sana göre pek yaşlıyım. Yıllardır da idmansızım.
Seninle nasıl güreşeceğim, deyince Adalı ısrar etmiş. Bunun üzerine Aliço:
- Peki, demiş. Kırk gün sonra Hıdırköy’de bir düğün olacak oraya geleceksin. Kozumuzu orada ayıracağız. Eve varınca hanımına:
- Hanım, bugün Adalı Halil geldi. Benimle güreşmek istermiş. Ben de
kırk gün sonra Hıdırköy’deki düğüne gel, dedim ancak elde avuçta bir şeyimiz yok. Bu iş nasıl olacak, deyince hanımı:
- Ah be Aliço’m ne düşünürsün. Kes sarı öküzü beslen. Onun yerine boyunduruğa girip idman al. Şanını düşürme yere, demiş. Aliço hanımının dediği gibi öküzü kesip yemiş, idman yapmış. Kırkıncı gün varmış Hıdırköy’e. Adalı, Aliço’nun kırk gün önceki halinden eser kalmayıp kendine geldiğini görünce:
- Şefkatlim, ben seninle güreşmeyeceğim. Ver elini öpeyim, demiş. Kel Aliço bunu duyar duymaz hiddetlenip:
- Adalı, ben bir öküzü kestim, yedim. Bu güreşi kazanıp öküzün yerine buradan bir öküz götüreceğim, çık karşıma diye basmış narayı.

Adalı mecburen güreşe soyunmuş. Birkaç oyundan sonra Aliço geçkin yaşına rağmen Adalı’nın göbeğini yıldıza göstermiş ve düğünde güreş hediyesi olan öküzü almış.

(Kadir Turgay, Kelaliço Pehlivan, 09.06.2015)

Kel Aliço Efsanesi -5

İngiliz bir güreşçi tüm Osmanlı mülkünü kasıp kavuran Kel Aliço’nun namını duymuş. Kozunu paylaşmak için Aliço’nun köyünün yolunu tutmuş. Kel Aliço İngiliz’in köye geleceği gün tarlasında sabanla çift sürüyormuş. İngiliz de tam üstüne varmış. Aliço’nun evini sorunca Aliço ne yapacağını bile sormadan eliyle tuttuğu toprağa saplanmış sabanı adeta bir değnek gibi kaldırıp evinin bulunduğu tarafı göstermiş. İngiliz bu işe şaşırsa da bozuntuya vermeden tarif edilen tarafa doğru yürümüş. Eve yaklaşınca etrafında gördüklerine:

- Burada Kel Aliço diye bir pehlivan varmış. Ben onunla güreşmeye
geldim, demiş.

Etraftakiler Kel Aliço’nun tarlasında olduğunu beklerse geleceğini söylemişler. Birkaç saat sonra Kel Aliço yolda görünmüş. Eve gelince etraftakiler İngiliz’in kendisiyle güreşmeye geldiğini söylemişler. Aliço adamı şöyle bir süzmüş. Güreşmeye bile değmeyeceğini anlayıp kardeşinden kispetini istemiş. Kardeşi manda derisinden 30-40 okkalık kispeti getirince:
- Verin bakalım İngiliz’e ne yapacak, demiş.

İngiliz kispeti eline alıp biraz uğraşmış. Sonunda kispeti bile bu kadar ağır olan bir adamla güreş yapamayacağı kanaatine varmış. Aliço’nun elini öperek çekip gitmiş.

(Kadir Turgay, Kelaliço Pehlivan, 09.06.2015)